31 Aralık 2012 Pazartesi

Ak Yürekli Şehitler Alayı


Son kaleyi denizden geçemeyen istilacılar karaya yüklenince insanlık tarihinin en kanlı mücadelerinden bir başlar. Arıburnu'nda karaya çıkıp Conkbayırı'nda ilerleyen çıkarma kuvvetlerini durdurmakla görevli olanlardan biri de 57.Alaydır.

Alayın komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey, sabah hücum düzeni alırken Bombasırtı güney eteklerinden aşağıya baktığında fundalıklara yayılmış küme küme beyazlıklar gördü ve tabur komutanına sordu: "Bunlar nedir?"

Tabur komutanı cevap verdi: "Komutanım! Erler şehadete hazırlanıyorlar. Allah'ın huzuruna tertemiz çıkmak için çamaşırlarını değiştiriyorlar."

Gözleri dolu dolu olan Hüseyin Avni Bey: "Ben de alay sancağı ile birlikte olacağım. Şehit olursam, şehit olduğum yere gömün." diyerek hücum emrini verdi.

Ve çamaşırları gibi yürekleri de ap ak olan bu 57.Alay'ın yiğitleri, başta komutanları Hiseyin Avni Bey olmak üzere 628 kişilik mevcudunun tamamı 25-28 Nisan 1915 tarihleri arasında mertebelerin en yücesi olan şehadet ile şereflendiler.

Ve bu güzide vatan evlatları, "Şehitler Alayı" olarak tarihdeki şerefli yerini aldılar.

29 Aralık 2012 Cumartesi

Harp Hiledir


Erenköy'ün güneyindeki tahkimat burayı ziyarete getirilen yabancı dostların hayretine sebep oluyordu. Obüs topları için, beton platformlar yapılmıştı. Dördü beşi bir arada idi. Ancak bazılarının topları ortalıkta yoktu. İşte bu sırada onbeş yirmi hayvanlık sığır sürüleri gözlerine çarpıyordu. Her birinin sırtında bir Obüs vardı. Mesele sonra anlaşılmıştı. Müttefik savaş gemileri topların yerlerini tesbit edip ateşe başladıkları zaman zarar görmemeleri için bunların yerleri değiştiriliyordu.

Daha sonra, başta Amerikalı diplomat olmak üzere diğerleri de hayretle göreceklerdi ki, bazı yerlere sadece soba boruları sokulmuştu. Gerçek toplar ateşe başladıkları zaman, bunların ağızlarından da ateş çıkmaktadır. Topçu erleri, iki avuç barutu soba borularının ağzına koymakta ve ateşlemektedir. Hakiki toplar ateş ettikleri zaman, arasıra da bunların ağzına ateş tutulmakta ve o gürültü içinde, soba borularından çıkan duman düşmanı aldatmaktadır. Müttefik donanması, bu kesf duman bulutunu gördüğü zaman, ateşini bu noktaya çevirmekte ve boşa mermi yakmaktadır. (İlhan Bardakçı)

Karşı Cephenin Gözüyle Çanakkale Mahşeri


"Ülkeme, Türkler'e asker olarak gösterdikleri savaş yetenekleri için ve bir dereceya kadar da yaşam biçimlerine saygı duygularımla döndüm."
(Avustralyalı Thomas William Epps)

"Arkadaşım Onbaşı Dean ile birlikte, siperin kenarına boş bir bisküvit tenekesini dayayıp oturduk. Başımıza bir battaniye ve muşamba çekerek, su bileklerimize gelinceye kadar bütün gece birbirimize sarıldık. Gidecek bir yer yoktu, sabaha kadar öyle kaldık. Biraz kımıldadığımızda donmuş olan battaniye ve muşambayı oluklu sac gibi kaldırıyorduk. Ayaklarımız dondu, onları zor kımıldatıyorduk. Etrafımızda inleyen ve ağlayan arkadaşlarımız vardı. Ateş basamağındaki nöbetçiler dondular, dokununca yere yuvarlanıyorlardı. Benim de ellerim ve ayaklarım dondu. Bazılarının durumları o kadar kötüydü ki onlara hemen kumsala inmeleri söylendi. Ancak orada tedavi edilebilirlerdi. Fakat gidecek ne yol ne de onları götürecek bir araç vardı. Elleri ve dizleri üzerinde emekleyen askerler gördüm. Adamlar bebekler gibi ağlıyorlardı, hatta Deniz Kuvvetleri'nin bir çavuşu bile...
(Harold Boughton)

"Öyle bir gürültü cehennemiydi ki, bombardımandan sonra on beş gün sağır oldum; korkunç ve şiddetli ateş de çevreye ölüm yağdırıyordu. Yağan binlerce mermi Türk siperlerinin tozunu attırıyor, düşmanın çektiği bütün dikenli tel engellerini paramparça ediyordu. Düşen her merminin ardından havaya bacaklar, kollar, gövde parçaları ve akla gelebilecek her şey uçuşmaktaydı. Korkunç ve insanın kanını donduran bir sahneydi." (Er R.Sheldon)

24 Aralık 2012 Pazartesi

Komutanların Gözüyle Çanakkale


"Kazanılan zaferler Alman emir ve kumandasının değil, Türk erinin cevherini kavrayabilmiş, Türk komutanlarının eseridir. Türk milletini kasında, kromozonlarında atalarından geçen kahramanlık cevheri, üstün savaş mirası vardır. Bu cevheri iyi kullanan komutan tarihte ve gün içinde zafere ulaşmıştır. Çanakkale zaferi ve diğer zaferler de Türk komutasının, Türk erinin eseridir."
(MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

 "Mehmetçik yalnız İngiliz ordusunu değil İngiliz siyasetini de zorlamıştır. Bunu tarihte ondan başka yapabilen güç olmamıştır. Bizim açımızdan yakın ve uzak sonuçlar şöyleydi; Türkiye yarım milyonluk müttefik orduyu orada tutarak, Almanya'nın Batı Cephesi"nde ayakta kalmasını sağladı. Ama esas sonuç kendi varlığımızla ilgiliydi."
(General Sir Charles Monro)

"Mağrur İngiliz donanması, son iki yüz yıllık tarihinde zaferden zafere koşmuştu. Çanakkale'de başarısından emindi. Ancak yenilginin acısını tattı. Tarihine kapkara bir sayfa konuldu."
(Korgeneral Selahattin Çetiner)

"Avrupa'da hiçbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, Türkler'le mukayese edilebilsin. Almanlar'ın müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türkler'le kıyas edilemez. Misal olarak Gelinbolu'yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı yerlerinde kalamaz ve derhal değiştitirilirlerdi. Halbuki Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar." 
(General Townshend)

"Türk askerinin savaş ve dövüş hususunda haiz bulunduğu vasıfların başlangıçta layıkıyla takdir edilmemiş olması, İngilizler için felaket olmuştur. Türk askerinin ne yaman muharip olduğunu, İngilizler kendileriyle dövüştükten sonra tecrübeyle anlamışlardır."
(General Aspinal-Oglander)

"Çanakkale Savaşları, modern savaş tarihinde birleşik kara ve deniz savaşlarının başlangıcı ve ilk örneğidir." (Korgeneral Hideo Mıkı)

"Çanakkale seferi, Türk milletinin eski kudret ve kuvvetini muhafaza ettiğini, can çekişen bir İmparatorluğun içinden kahraman bir milletin varlığını meydana çıkardı."
(General Fahri Belen)

"Harekatımız Türkler üzerinde tam öldürücü şekilde olacaktır. Türkler geri çekilmeye bile vakit bulamayacaklardır."
(General Ian Hamilton)

"Çanakkale'yi bir asker olarak anlatmak imkansızdır. Çelikten, manevi kudretten, vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir? Bu sualin cevabı, işte bu gösterişsiz, mütevekkil ve sessiz Anadolu çocuğunun kendisiydi. Saadet, Türkler'le beraber aynı safta döğüşmektedir. Bu şerefi ömrümün sonuna kadar taşıyacağım." (General Liman von Sanders)

22 Aralık 2012 Cumartesi

Taş Düğmeli Mehmetçik


Kursağına koyacak bir lokma, ayağına giyecek bir çift postal bulmakta zorlanan Anadolu'nun cefakar çocukları, bu yokluk denizinden cihanı sarsan muhteşem bir zafer çıkarmasını bilmişlerdir. 

Tarihçi Yusuf Hikmet Bayur'un dediği gibi, gerçekten de Çanakkale:
"Savaş malzemesi bulmak için düşmandan ganimet almayı hesaplayan, kum torbası olarak gönderilen çuvalları elbisesine yama yapan ve düşman öldürme fiilini, Arıburnu'nda bal yapmaya benzeten bir ordunun destanıdır." 

Yukarıda ki resimde gördüğünüz taştan yapılmış düğmeler de, savaş sırasında üniformasının düğmesi kopan bir Mehmetçiğin, yokluktan, malzemesizlikten şikayet etmeden ve daha da önemlisi, içinde bulunduğu olumsuzluğu da kabullenmeden hemen bir çözüm üretmesini gösteren ibretlik bir belgedir.

21 Aralık 2012 Cuma

Hayalleri Yıkan Bir Sinek


İngilizler, Doğu'nun eşsiz zenginliklerini yağmalama hayalleriyle rotayı Çanakkale'ye çevirdiklerinde kamuoyunda büyük heyecan dalgası oluşur. Bu hayallerle askere yazılanlardan biri de İngiliz'lerin meşhur şairi Rupert Brooke'tur.

Brooke, hayallerini satırlarına şöyle yansıtır;

"Kaderimizin bize bu kadar yardımcı olacağına tasavvur edemezdim! Demek Galata Kulesi 15'lik toplarımızın altında paramparça olacak? Demek deniz, top gümbürtüleriyle kana boyanıp, leş gibi olacak. Demek Ayasofya'nın mozaiklerini, lokumları, halıları yağmalayacağım. Demek ki bizler tarihte bir çağın dönüm noktasını yaratacağız. Oh, Tanrım!...Hayatımda bu kadar mutlu olmamıştım!"

Kaderin cilvesine bakın ki İstanbul'u yağmalamak için yanıp tutuşan Brooke, harekattan bir gün önce sinek sokması sonucu kan zehirlenmesinden ölür. Yunanistan'ın Skyros adasında bulunan mezarındaki kitabede Rumca şu düşündürücü ibare yazılıdır: "Tanrı'nın hizmetine uzanan, İngiliz ordusunda üsteğmen Constantinople'ü almak için savaşırken öldü."

Çanakkale'nin İsimsiz Kahramanları Konuşuyor


"Bir gün mevzilerden ateş ediyoruz. Arıburnu'nda düşmana doğru...Çekiyorum tetiği, çekiyorum, tüfek patlamıyor, ateş etmiyor. Tüfek bozuldu herhalde, dedim. Bir arkadaş vardı yanımda, ona:"Bak hele benim tüfek bozulmuş, ateşlemiyor." Arkadaş bir baktı, benden yana, "Ne bozulmuşu, senin parmak gitmiş" dedi. Ben o zaman acısını duydum işte. Ciz etti içim, bir kurşun gelmiş, tetiği çektiğim parmağı alıp götürmüş."
(Er Halil Helvacı)

"Bir top mermisi yanımda patlayıverdi. Ne olduğunu anlayamadım bile. Sonra arkadaşlar gecenin yarı aydınlığında bakmışlar ki bacaklarım sallanıyor -kasap eti gibi- iyisimi demişler, şu bacakları biz kasatura ile keselim, kangren olmasın. Ve uçurmuşlar diz kapaklarımdan aşağısını. Sonra kestikleri yere tütün basmışlar, olmamış biraz da killi toprak bastırmışlar. İyi gelmiş vesselam."
(Çanakkale'nin meçhul kahramanlarından)

"Çok kişi öldü, çok...Sayılarını bilmek imkansız.Dereler su gibi kan akıyordu mesela...Gece su içtik dereden. Bir de sabah baktık ki içtiğimiz kan imiş."
(Çanakkale gazilerinden Memiş Bayraktar)

"O kadar çok mermi sarf ediyorduk ki, tüfeğin önünden ve yerlerden kapçıkları kürekle atıyorduk. Artık ölülere o kadar alışmıştık ki, bir insanın yanı başında ölüvermesi tabii geliyordu. Ve az sonra sıranın sana geleceğini biliyor ve bekliyorduk."
(Mustafa Zeybek)

"Fransızlar, 21 Haziran'da, beş-altı günden beri keşif ve şiddetli topçu ateşiyle hazırladıkları kuvvetli bir hücumu baskın şeklinde yaptılar. Bu hücumda patlama kuvveti gayet müthiş bir obüsün duman ve toz bulutları içerisinde kaldık. Bulutlar sıyrılınca yanımda 6.Alay'ın 6.Mülazım-ı Evveli Ulvi Bey vardı. Yere düştü. Yanına gittim.Baktım bir obüs parçası ayağını almış götürmüş. O vakit doktorlar, deriyle köküne bağlı olan bu ayağı kesmek istediler. Bilir misiniz ne dedi: "Aman ayağımı kesmeyin sonra bölüğümün başına bir daha gidemem." Yalvarıyor, gözyaşı döküyordu."
(Yüzbaşı Emin Ali Bey)

"Hücum sabah ezanıyla başladı ve bütün gün devam etti, hiç durmadı. Yemek için ara ara falan verilmeksizin...Hücum bir emirdi. Bir kere emir verildi mi ya öleceksin, ya kalacaksın."
(Recep Turdal)


16 Aralık 2012 Pazar

Mısır Koçanından Ekmek


Mülazım (teğmen) rütbesiyle Çanakkale'de savaşa katılan A.Ragıp Akyavaş'ın hatıratındaki şu satırların ibret dozu da diğerlerinden aşağı kalır değil ;

"Kara kış kapılarımıza geldi dayandı. Bundan sonra yiyeceğimiz, lahana, pırasa, ıspanaktan ibarettir. Hani beğenmemezlik etmiyorum. Allah eksikliklerini göstermesin. Çanakkale Muharebesi'nde Bolayır sırtlarında, bir tek lahananın yapraklarını rütbe ve kıdem sırasına göre taksim ettiğimiz günleri ölsem unutmam."

Açlığı, susuzluğu, malzemesizliği ve daha nice binbir türlü sıkıntıyı sadece askerler değil, cephe gerisindeki halk da çekiyordu elbette. Çilekeş Anadolu insanı, yokluğun memesinden emzirdiği evladını gözünü kırpmadan cepheye gönderdiği gibi, boyunduruğun diğerine kendisi geçme pahasına, çifte koşacağı iki öküzünden birine varıncaya kadar elde avuçta neyi varsa onu da gönderiyordu. Bir önceki yazımızda ihtiyat zabiti Münim Mustafa'nın "Ah bir damla sirke!" diye başlayan hatıratından küçük bir bölüm vermiştik. Aynı ihtiyat zabiti, bakın savaş sırasındaki halkın halini nasıl dile getiriyor;

"...Askerdik. Harpte bulunduğumuz için halkın, köylünün halinden hiç malumatımız yoktu. Mısır koçanı unundan ekmek yapıldığını ömrümde ilk defa işittiğim vakit hayretler içinde bu görüşmelere inanamıyordum." "Sabredemedim. Köylü ile konuşmaya başladım. Onlar, köylerinde öküzleri, davarları, hayvanları kalmadığından, köydeki kadınlı erkekli ihtiyarların elden geldiği kadar tarlaları sürmeye uğraştığından bahsettiler. 
Köylü ile ne konuşabilirim? O zavallı irfandan mahrum, dünya hakkında hiç bir malumatı olmayan, masum insanlar... -Ekinler nasıl? diye sordum. Biri cevap verdi: -Efendi! dedi. Köy için ihtiyar iki öküz bıraktılar. Sıra ile bunlar, köylünün tarlasını sürüyor. Fakat cansız oldukları için biz de sapanı iterek yardım ediyoruz. İhtiyarlık var. Eksik eteklerle (kadınlarla) ne kadar iş olur? Bu işi gençler yapabilir amma onlar da sınıra gitti. Onun için ekinler iyi olmuyor. Köyde bir iki delikanlı kalsa idi bereket olurdu. Tarlayı sürmek bir şey değil ama bu ihtiyarlıkta harmanı toplamak zor oluyor. Ekmeğe katık bulursak yiyoruz. Ayaklarımızda derman kalmadığı için demetleri sırtlayamıyoruz. Sorma efendi, sorma!..."

Evet, görüldüğü gibi Mehmetçik cephede düşmanla savaşırken, analar, bacılar, çocuklar ve dedeler de cephe gerisinde yoklukla savaşmaktaydı. O günlerin Karasi gazetesinden öğrendiğimiz haberlere göre, cephe gerisindeki yoklukla savaş da en az cephedeki savaş kadar çetin ve acımasızdı.

Aynı yıllarda "kızıl çekirge" sürüleri bir felaket halini almış, Anadolu'nun birçok yerinde ürünü yok etmekteydi. Bunun üzerine cepheden geriye kalan kadınından ihtiyarına, çocuğundan sakatına kadar kim varsa ellerinde çapa ve küreklerle çekirge mücadelesine çıkmaktaydılar. Çekirgelerin, bütün ürünü ve yeşilliği yok ettiği yerlerde açlık halkı kırıp geçiriyordu. Ahali, çaresizlikten topraktan yenilebilir kökleri toplayarak açlığını gidermeye çalışıyordu. Mısır koçanlarını öğütüp ekmeğe katmak bile çok rastlanan bir uygulama olmuştu. 

Bütün bu yokluk ve sıkıntılara rağmen, yine de o ak alınlı, ak yürekli Anadolu halkı, minarelerin ezansız, camilerin Kur'an'sız kalmaması için elde avuçta olan her şeyini Mehmetçiğine vermeye devam ediyordu.

11 Aralık 2012 Salı

Ah Bir Damla Sirke


Hukuk Fakültesinde öğrenci iken ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak orduya alınan ve 1914-1918 yılları arasında Cihan Harbi'nde Kanal, Çanakkale ve Kafkas cephelerinde bulunmuş olan Münim Mustafa da, Çanakkale hatıralarında özlemini duydukları şeyleri ve çektikleri sıkıntıları bütün berraklığı ile şöyle dile getiriyor;

"... Orada (Zığındere) bulunduğumuz müddet zarfında gözümüzde tüten şeylerden biri de şeker ve sirke idi. Ah bir damla sirke... Bir parça şeker! .. Ne enfes şeymiş!.. Dünyanın bu nefis gıdalarını görmek, kokusunu duymak da yetişir! Ah bir tabak salata!"

"...Bizi en çok sıkan şeylerden bir de sineklerdi! Aman yarabbi! Bunlar ne yılışık mahluklardı! Yemek yerken çatalımızın ucundaki lokmaya binlerce sinek hucüm ediyor ve ellerimizle bile bu haşaratı defetmeye muvaffak olamıyorduk. Bu milyonlarca sinek biz uyurken de rahat vermiyordu. İngiliz taburlarının hücumu kadar öldürücü olan bunlardan kurtulmak için birçoklarımız İstanbul'dan getirttikleri cibinlik altına girerek yemeğin bulunduğu sefertasını da almak suretiyle biraz rahat yemek yiyebilirlerdi."

"...İçecek sularımız hep kireçli, fena kokulu, acı kuyu sularıydı. Tesadüfen bardağın içinde biraz su kalsa bir müddet sonra bardağın dibinde tebeşire benzer beyaz bir tortu görünüyordu. Yıkanmaya ne vakit ne de imkan vardı. Bu suretle üzerimizde tek tük görülen hayvancıkları defetmek için hayli uğraşmıştık. Fakat sonraları bunlara da ünsiyet etmeye başlamıştık. Yakamızın etrafına sıra ile dizildiğini gördüğümüz vakit onları birer fiske ile düşürmeyi kafi görürdük."

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Zeytin Kaç Lokmada Yenir?


Çanakkale cehennemindeki kan ve can pazarında, nazlı hilalimizi gökkubbemizde yükseltmeye çalışan yiğitlerimizin kursaklarından nelerin geçtiğini en çarpıcı açıklayan vesikalardan biri de, devletin en tepe noktasında yayınlanan bir tamimde kendini gösterir. Harbiye Nazırı Enver Paşa ve İaşe ve Levazım Nazırı İsmail Hakkı Paşa imzasıyla askeri birliklere gönderilen aşağıdaki tamim, evlerimizin mutfağından, okulların yemekhanelerine kadar her yere asılıp üzerinde tefekkür edilmesi gereken oldukça ibretlik bir belgedir ; 

"...Nasıl tüketileceğine dair tafsilatın bildirdiği gıda maddelerinden olan zeytin tanesinin gıdai hususiyet ve faikiyeti (üstünlüğü) dolayısı ile kısıtlanarak yenilmesi şart olduğundan bir adedini üç ayrı lokmada ekmeğe katık edilmesi kararlaştırılmıştır. Alışılanın haricinde olan zaruretin kıtalara günlük emir meyanında hükmü tamamen tatbik edilinceye kadar tekrarı ve levazım zabitanı tarafından murakebe (kontrol) edilmesi ile..."

9 Aralık 2012 Pazar

Erlerin Moralini Kemiren Açlık


Güney Kutup Komutanı Mirliva (Tuğgeneral) Vehip Paşa'nın, Kerevizdere muharebelerinden sonra, erlerin beslenme meselesinin bir an önce düzene sokulması için, 3 Ağustos 1915'te Genel Levazım Dairesi Başkanlığına çektiği telgraf, Çanakkale'deki lojistik faaliyetlerin durumunun ağırlığını göstermesi açısından oldukça dikkat çekici ve fikir vericidir ;

"5.Ordu İdare Başkanı (Levazım Reisi) ile görüşüldü. Bildirilen erzakın halen mevcut olmadığı anlaşıldı. Et, kanuni ölçüsünün dörtte biri olan 60 gram üzerinden hesaplanarak haftada en az iki kez veriliyor ki bu günlük 16 gram demektir. Varolan erzak, "vesaire" adı ile verilebilen kuru bakla ile zeytin tanesi ve seyrek olarak kuru fasülyeden ibarettir. Ekmek, yarısı un ve diğer yarısı toz haline dönüşmüş peksimet kırıntılarından olmak üzere verilebiliyor. Ambarlar bomboştur. Birçok birlik demirbaş erzakını yemiştir. Sözlerim gerçeğe dayanmaktadır. Olan ve biten de budur. Yazılı olarak bulunduğu bildirilen erzak hüsnüniyetten ibarettir. Yedirip içirmenin hüsnüniyetle sağlanması imkansızdır. Yedirip içirme bu şekilde giderse, erler güçsüz kalacak, bu durum da erlerin vücuduyla beraber moralini de kemirecektir. Ne yazık ki erlerde görülen hastalıkların kökenini gıdasızlığın oluşturduğunu bildirmek zorundayım ve başkomutanlığımızca durumun gereğine göre yoluna konulacağı kanaatindeyim."

Bu arada kıyas yapabilmeniz içim Avustralyalı savaş muhabiri Alan Moorehead'in "Gelibolu" isimli meşhur eserinde, İngiliz askerlerinin Çanakkale'de yaşadıkları güçlükleri anlatırken, onların çaylarını sütsüz içmek zorunda kaldıklarından, pek az yumurta bulabildiklerinden ve çok uzun aralıklarla içki içebildiklerinde bahsettiğini de hatırlatmış olalım. Anzak askerlerinin durumu da İngilizler'den farklı değildir. Onlar açısından bu savaş, kendi ölçülerine göre bir tahammül imtihanıdır. Bisküvi, reçel ve konserve çoğu zaman alaylarının temel konusudur. 

4 Aralık 2012 Salı

İki Amansız Düşman


Çanakkale 48.Alay, 2.Tabur, 2.Böşük erlerinden Mersinli Emin de aynı derten muzdaripti. Yıllar bıyu cepheden cepheye koşturan Emin Çöl'ün hatıratından, babasından, dedesinden öğrendiği tecrübe ile yola tedbirli çıktığını görürüz;

"1914 Ağustos'unda Adana'nın her yerine büyücek kağıtlar asıldı. Kağıtta büyük harflerle : "Seferberlik var. Asker olanlar silah altına" diye yazıyordu. Halk öbek öbek toplanmıştı. Biri,: "ben cepheden geleli daha onbeş gün oldu. beş de çocuğum var." dedi. Biz Mersinli dört arkadaş Çanakkale'deki 48.Alay'a verilmiştik. Çantaları toplayıp, vagonlara doluştuk. Bizim Mehmetçikler de avaz avaz ayrılık türküleri söylüyorlardı. Çantalarımızda bayat ekmekle birlikte iplik, çarık iğnesi, kösele, örs, çekiç ve kerpeten vardı. Niye biliyormusunuz?

Çünkü Mehmetçiğin, babasından-dedesinden öğrendiği iki amansız düşmanı vardı:

Açlık ve ayakkabısızlık.....

3 Aralık 2012 Pazartesi

Aç Ama Moralli Askerler


İbrahim Çavuş... Balıkesirli bu yiğit delikanlı, Çanakkale alevini söndürmeye koştuktan sonra, oradan Kafkas cephesine, ardından Milli Mücadele derken uzun yıllar sonra dönebilir yurduna, yuvasına.

Bir gün, oğlu sorar, alnı kırışı kırış haritalanmış bu çilekeş Çanakkale gazisine: "Baba! Savaşa giden-gitmeyen alıyor. Sen neden madalya almıyorsun?" İbrahim Çavuş çıkışır: "Oğlum, zahmetli iş. Önce yazı yazdırmak lazım, dilekçe vermek lazım"

Birden boyun damarları kabarır, çakmak çakmak olur gözleri İbrahim Çavuşun: Hadi madalya aldık. Ama maaş ne oluyor!" Öyle ya, mukaddesler için harcanan ömrün en güzel yıllarını, dünyevi hangi değer terazisi tartabilir ki.

Ve bir tokat aşkeder oğluna: "Ben Allah için, Vatan için, Bayrak için, Millet için savaştım... Madalya için, para için değil!"


Son kalemiz Çanakkale'den içeri düşmanı sokmamak için cansıperane mücadele verirken, yanımızda müttefik Almanlar'dan da bir avuç kadar insan vardır. Albay Hans Kannegiesser de bunlardan biridir. Kannegiesser, Gelibolu'da tanıma şansına erdiği mütevazi Anadolu çocuklarına hayran olu ve hatıratında onlar hakkında şu değerlendirmelerde bulunur:

"Pirinç ve ot onlar için lüks sayılır. Acil gıdaları, ihtiyaç olduğu zaman, mendillerinin içine sardıkları birkaç dilim ekmek ve biraz zeytinden ibaretti. Sabahları az birşey yer, akşamları da bir çorba içerler. Genel yiyecekleri ise soğuk olarak bulgurdur."

Aynı zamanda Alman Islah Heyeti mensubu olan Kannegiesser, cephede dolaşırken gözlemlediği bir Osmanlı askerinin "Bu gerçek bir savaş değil, her gün yemek yiyoruz." demesinden de çok etkilenmiştir. Çünkü o askerin Balkan Savaş'ından kötü hatıraları vardır. Orada karınlarını ancak otla doyurabilmişlerdir. Bundan dolayı düşmanın mermisinden çok açlıkla imtihan olmaktan korkmaktadırlar.

Çanakkale, Balkan savaşı kadar olmasa da yokluğun had safhada yaşandığı bir savaştır. Osmanlı ordusunun çoğu malzemesi İstanbul'dan gelmektedir.Düşman denizaltılarının erzak gemilerimize sık sık saldırı düzenlemesi sebebiyle yolculuklar o kadar uzun sürmektedir ki, bazen taşınan yiyecek cepheye ulaşıncaya kadar gemi personeline ancak yetmektedir. Askere verilen yemekler de ağırlıklı olarak bulgur ve un çorbasıdır. Fakat onlar da, cephe gerisinde pişirildiği için, askere ulaşıncaya kadar soğumuş olmaktadır. 

Avustralyalı tarihçi Les Carlyon, Çanakale'de aynı zamanda yoklukla da mücadele eden ordumuzun durumunu şöyle tasvir eder;
"Çok az malzemeleri olduğunu biliyoruz. Giyecekleri yok denecek kadar azdı. Pek çok giyecek dönüşümlü olarak kullanılıyordu. Bazı askerlerin ayakkabıları bile yoktu. Ayaklarında sadece bez parçaları vardı. Atların durumu bile iyi değildi. Ama garip bir şekilde Türk ordusunun morali son derece iyiydi."